Ve artık liseye geldik. Aradan geçen 36 sene lise anılarımın hafızamda az yer tutmasına yol açsa da ; liseli olmak güzeldi. Hadi bakalım, hadi bakalım...Okula da git bakalım...Sabah erken, her kes uyurken; derslere gir bakalım....
Anı yaşamak üzere yürüdüğünüz yolda, geçmişten yağmur damlaları gibi düşen cümleler sizi nerelere ulaştırır, bilinemez...Bilinen tek gerçek ise hakikatin kelimelerin tınısında gizlenmiş olabileceğidir.
9 Eylül 2015 Çarşamba
30 Ağustos 2015 Pazar
Kurtuluş Savaşı Destanı
SEKİZİNCİ BAP
26 AĞUSTOS GECESİNDE SAATLAR
İKİ OTUZDAN BEŞ OTUZA KADAR
ve
İZMİR RIHTIMINDAN AKDENİZ'E
BAKAN NEFER
Saat 2.30.
Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,
ne ağaç, ne kuş sesi,
ne toprak kokusu vardır.
Gündüz güneşin,
gece yıldızların altında kayalardır.
Ve şimdi gece olduğu için
ve dünya karanlıkta daha bizim,
daha yakın,
daha küçük kaldığı için
ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten
evimize, aşkımıza ve kendimize dair
sesler geldiği için
kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi
okşayarak gülümseyen bıyığını
seyrediyordu Kocatepe'den
dünyanın en yıldızlı karanlığını.
Düşman üç saatlik yerdedir
ve Hıdırlık-tepesi olmasa
Afyonkarahisar şehrinin ışıkları gözükecek.
Küzeydoğuda Güzelim-dağları
ve dağlarda tek
tek
ateşler yanıyor.
Ovada Akarçay bir pırıltı halinde
ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde
şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var :
Akarçay belki bir akar su,
belki bir ırmak,
belki küçücük bir nehirdir.
Akarçay Dereboğazı'nda değirmenleri çevirip
ve kılçıksız yılan balıklarıyla
Yedişehitler kayasının gölgesine girip
çıkar.
Ve kocaman çiçekleri eflâtun
kırmızı
beyaz
ve sapları bir, bir buçuk adam boyundaki
haşhaşların arasından akar.
Ve Afyon önünde
Altıgözler Köprüsü'nün altından
gündoğuya dönerek
ve Konya tren hattına rastlayıp yolda
Büyükçobanlar Köyü'nü solda
ve Kızılkilise'yi sağda bırakıp
gider.
Düşündü birdenbire kayalardaki adam
kaynakları ve yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri.
Kim bilir onlar ne kadar büyük,
ne kadar uzundular?
Birçoğunun adını bilmiyordu,
yalnız, Yunan'dan önce ve Seferberlik'ten evvel
Selimşahlar Çiftliği'nde ırgatlık ederken Manisa'da
geçerdi Gediz'in sularını başı dönerek.
Dağlarda tek
tek
ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saatı sordu.
Paşalar : «Üç,» dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlıyacaktı.
Saat 3.30.
Halimur - Ayvalı hattı üzerinde
manga mevziindedir.
İzmirli Ali Onbaşı
(kendisi tornacıdır)
karanlıkta gözyordamıyla
sanki onları bir daha görmiyecekmiş gibi
baktı manga efradına birer birer :
Sağda birinci nefer
sarışındı.
İkinci esmer.
Üçüncü kekemeydi
fakat bölükte
yoktu onun üstüne şarkı söyliyen.
Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.
Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı
tezkere alıp Urfa'ya girdiği akşam.
Altıncı,
inanılmıyacak kadar büyük ayaklı bir adam,
memlekette toprağını ve tek öküzünü
ihtıyar bir muhacir karısına bıraktığı için
kardeşleri onu mahkemeye verdiler
ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için
ona «Deli Erzurumlu» derdiler.
Yedinci, Mehmet oğlu Osman'dı.
Çanakkale'de, İnönü'nde, Sakarya'da yaralandı
ve gözünü kırpmadan
daha bir hayli yara alabilir,
yine de dimdik ayakta kalabilir.
Sekizinci,
İbrahim,
korkmıyacaktı bu kadar
bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp
birbirine böyle vurmasalar.
Ve İzmirli Ali Onbaşı biliyordu ki :
tavşan korktuğu için kaçmaz
kaçtığı için korkar.
Saat 4.
Ağzıkara - Söğütlüdere mıntıkası.
On ikinci Piyade Fırkası.
Gözler karanlıkta, uzakta.
Eller yakında, makanizmalar üzerinde.
Herkes yerli yerinde.
Tabur imamı
mevzideki biricik silâhsız adam :
ölülerin adamı,
kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru,
durdu boyun büküp
el kavuşturup
sabah namazına.
İçi rahattır.
Cennet, ebedî bir istirahattır.
Ve yenilseler de, yenseler de âdâyı,
meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir
Cenâbı rabbülâlemîne şühedâyı.
Saat 4.45.
Sandıklı civarı.
Köyler.
Sarkık, siyah bıyıklı süvari,
çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu.
Çukurova beygiri
kuyruğunu karanlığa vuruyordu :
dizkapaklarında kan,
kantarmasında köpük...
İkinci Süvari Fırkası'ndan Dördüncü Bölük,
atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor.
Geride, köylerde bir horoz öttü.
Ve sarkık, siyah bıyıklı süvari
ellerinin tersiyle yüzünü örttü.
Karşı dağlar ardında, düşman elinde kalan
bir başka horoz vardır :
baltaibik, sütbeyaz bir Denizli horozu.
Düşmanlar herhal onu çoktan kesip
çorbasını yapmışlardır...
Saat beşe on var.
Kırk dakka sonra şafak
sökecek.
«Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak».
Tınaztepe'ye karşı Kömürtepe güneyinde,
On beşinci Piyade Fırkası'ndan iki ihtiyat zabiti
ve onların genci, uzunu,
Darülmuallimin mezunu
Nurettin Eşfak,
mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak
konuşuyor :
-Bizim İstiklâl Marşı'nda aksıyan bir taraf var,
bilmem ki, nasıl anlatsam,
Âkif, inanmış adam,
fakat onun, ben,
inandıklarının hepsine inanmıyorum.
Meselâ, bakın :
«Gelecektir sana vaadettiği günler Hakkın.»
Hayır,
gelecek günler için
gökten âyet inmedi bize.
Onu biz, kendimiz
vaadettik kendimize.
Bir şarkı istiyorum
zaferden sonrasına dair.
«Kim bilir belki yarın...»
Saat beşe beş var.
Dağlar aydınlanıyor.
Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.
Gün ağardı ağaracak.
Kokusu tütmeğe başladı :
Anadolu toprağı uyanıyor.
Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp
ve pırıltılar görüp
ve çok uzak
çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak
bir müthiş ve mukaddes mâcereda,
ön safta, en ön sırada,
şahlanıp ölesi geliyordu insanın.
Topçu evvel mülâzımı Hasan'ın
yaşı yirmi birdi.
Kumral başını gökyüzüne çevirdi,
kalktı ayağa.
Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.
Şimdi bir hamlede o kadar büyük,
öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki
bütün ömrünü ve hâtırasını
ve yedi buçukluk bataryasını
ağlanacak kadar küçük buluyordu.
Yüzbaşı sordu :
- Saat kaç?
- Beş.
- Yarım saat sonra demek...
98956 tüfek
ve şoför Ahmet'in üç numrolu kamyonetinden
yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar,
bütün âletleriyle
ve vatan uğrunda,
yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle
Birinci ve İkinci ordular
baskına hazırdılar.
Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde,
beygirinin yanında duran
sarkık, siyah bıyıklı süvari
kısa çizmeleriyle atladı atına.
Nurettin Eşfak
baktı saatına :
- Beş otuz...
Ve başladı topçu ateşiyle
ve fecirle birlikte büyük taarruz...
Sonra.
Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.
Bunlar :
Karahisar güneyinde 50
ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.
Sonra.
Sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini ihâta ettik
Aslıhanlar civarında
30 Ağustosa kadar.
Sonra.
Sonra, 30 Ağustosta düşman kuvâyı külliyesi imha ve esir olundu.
Esirler arasında General Trikopis :
Alaturka sopa yemiş bir temiz
ve sırmaları kopuk frenk uşağı...
Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nurettin Eşfak'ın ayağı.
Nurettin dedi ki : «Teselyalı Çoban Mihail,»
Nurettin dedi ki : «Seni biz değil,
buraya gönderenler öldürdü seni...»
Sonra.
Sonra, 31 Ağustos günü
ordularımız İzmir'e doğru yürürken
serseri bir kurşunla vurulan
Deli Erzurumluydu.
Devrildi.
Kürek kemikleri altında toprağı duydu.
Baktı yukarı,
baktı karşıya.
Gözler hayretle yandılar :
önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları
her seferkinden kocamandılar.
Ve bu postallar daha bir hayli zaman
üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından
seyredip güneşli gökyüzünü
ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.
Sonra...
Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden
ve Deli Erzurumlu ölürken kederinden
yüzlerini toprağa döndüler...
Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı.
Kan içindeydi yüzü gözü.
Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.
Kaçanı kovalamıyordu yalnız
ulaşmak da istiyordu bir yerlere
ve sadece kahretmiyor
yaratıyordu da.
Ve kılıçların,
nalların,
ellerin
ve gözlerin pırıltısı
ardarda çakan aydınlık bir bütündü.
Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü
ve şu türküyü duydu :
«Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim...
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim...»>
Sonra.
Sonra, 9 Eylülde İzmir'e girdik
ve Kayserili bir nefer
yanan şehrin kızıltısı içinden gelip
öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya,
Güneyden Kuzeye,
Doğudan Batıya,
Türk halkıyla beraber
seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz'i.
Ve biz de burda bitirdik destanımızı.
Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap,
Türk halkı bağışlasın bizi,
onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
kitabımızda yalnız onların mâcereları vardır...
939 İstanbul Tevkifanesi,
940 Çankırı Hapisanesi,
941 Bursa Hapisanesi.
26 AĞUSTOS GECESİNDE SAATLAR
İKİ OTUZDAN BEŞ OTUZA KADAR
ve
İZMİR RIHTIMINDAN AKDENİZ'E
BAKAN NEFER
Saat 2.30.
Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,
ne ağaç, ne kuş sesi,
ne toprak kokusu vardır.
Gündüz güneşin,
gece yıldızların altında kayalardır.
Ve şimdi gece olduğu için
ve dünya karanlıkta daha bizim,
daha yakın,
daha küçük kaldığı için
ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten
evimize, aşkımıza ve kendimize dair
sesler geldiği için
kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi
okşayarak gülümseyen bıyığını
seyrediyordu Kocatepe'den
dünyanın en yıldızlı karanlığını.
Düşman üç saatlik yerdedir
ve Hıdırlık-tepesi olmasa
Afyonkarahisar şehrinin ışıkları gözükecek.
Küzeydoğuda Güzelim-dağları
ve dağlarda tek
tek
ateşler yanıyor.
Ovada Akarçay bir pırıltı halinde
ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde
şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var :
Akarçay belki bir akar su,
belki bir ırmak,
belki küçücük bir nehirdir.
Akarçay Dereboğazı'nda değirmenleri çevirip
ve kılçıksız yılan balıklarıyla
Yedişehitler kayasının gölgesine girip
çıkar.
Ve kocaman çiçekleri eflâtun
kırmızı
beyaz
ve sapları bir, bir buçuk adam boyundaki
haşhaşların arasından akar.
Ve Afyon önünde
Altıgözler Köprüsü'nün altından
gündoğuya dönerek
ve Konya tren hattına rastlayıp yolda
Büyükçobanlar Köyü'nü solda
ve Kızılkilise'yi sağda bırakıp
gider.
Düşündü birdenbire kayalardaki adam
kaynakları ve yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri.
Kim bilir onlar ne kadar büyük,
ne kadar uzundular?
Birçoğunun adını bilmiyordu,
yalnız, Yunan'dan önce ve Seferberlik'ten evvel
Selimşahlar Çiftliği'nde ırgatlık ederken Manisa'da
geçerdi Gediz'in sularını başı dönerek.
Dağlarda tek
tek
ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saatı sordu.
Paşalar : «Üç,» dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlıyacaktı.
Saat 3.30.
Halimur - Ayvalı hattı üzerinde
manga mevziindedir.
İzmirli Ali Onbaşı
(kendisi tornacıdır)
karanlıkta gözyordamıyla
sanki onları bir daha görmiyecekmiş gibi
baktı manga efradına birer birer :
Sağda birinci nefer
sarışındı.
İkinci esmer.
Üçüncü kekemeydi
fakat bölükte
yoktu onun üstüne şarkı söyliyen.
Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.
Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı
tezkere alıp Urfa'ya girdiği akşam.
Altıncı,
inanılmıyacak kadar büyük ayaklı bir adam,
memlekette toprağını ve tek öküzünü
ihtıyar bir muhacir karısına bıraktığı için
kardeşleri onu mahkemeye verdiler
ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için
ona «Deli Erzurumlu» derdiler.
Yedinci, Mehmet oğlu Osman'dı.
Çanakkale'de, İnönü'nde, Sakarya'da yaralandı
ve gözünü kırpmadan
daha bir hayli yara alabilir,
yine de dimdik ayakta kalabilir.
Sekizinci,
İbrahim,
korkmıyacaktı bu kadar
bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp
birbirine böyle vurmasalar.
Ve İzmirli Ali Onbaşı biliyordu ki :
tavşan korktuğu için kaçmaz
kaçtığı için korkar.
Saat 4.
Ağzıkara - Söğütlüdere mıntıkası.
On ikinci Piyade Fırkası.
Gözler karanlıkta, uzakta.
Eller yakında, makanizmalar üzerinde.
Herkes yerli yerinde.
Tabur imamı
mevzideki biricik silâhsız adam :
ölülerin adamı,
kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru,
durdu boyun büküp
el kavuşturup
sabah namazına.
İçi rahattır.
Cennet, ebedî bir istirahattır.
Ve yenilseler de, yenseler de âdâyı,
meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir
Cenâbı rabbülâlemîne şühedâyı.
Saat 4.45.
Sandıklı civarı.
Köyler.
Sarkık, siyah bıyıklı süvari,
çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu.
Çukurova beygiri
kuyruğunu karanlığa vuruyordu :
dizkapaklarında kan,
kantarmasında köpük...
İkinci Süvari Fırkası'ndan Dördüncü Bölük,
atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor.
Geride, köylerde bir horoz öttü.
Ve sarkık, siyah bıyıklı süvari
ellerinin tersiyle yüzünü örttü.
Karşı dağlar ardında, düşman elinde kalan
bir başka horoz vardır :
baltaibik, sütbeyaz bir Denizli horozu.
Düşmanlar herhal onu çoktan kesip
çorbasını yapmışlardır...
Saat beşe on var.
Kırk dakka sonra şafak
sökecek.
«Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak».
Tınaztepe'ye karşı Kömürtepe güneyinde,
On beşinci Piyade Fırkası'ndan iki ihtiyat zabiti
ve onların genci, uzunu,
Darülmuallimin mezunu
Nurettin Eşfak,
mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak
konuşuyor :
-Bizim İstiklâl Marşı'nda aksıyan bir taraf var,
bilmem ki, nasıl anlatsam,
Âkif, inanmış adam,
fakat onun, ben,
inandıklarının hepsine inanmıyorum.
Meselâ, bakın :
«Gelecektir sana vaadettiği günler Hakkın.»
Hayır,
gelecek günler için
gökten âyet inmedi bize.
Onu biz, kendimiz
vaadettik kendimize.
Bir şarkı istiyorum
zaferden sonrasına dair.
«Kim bilir belki yarın...»
Saat beşe beş var.
Dağlar aydınlanıyor.
Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.
Gün ağardı ağaracak.
Kokusu tütmeğe başladı :
Anadolu toprağı uyanıyor.
Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp
ve pırıltılar görüp
ve çok uzak
çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak
bir müthiş ve mukaddes mâcereda,
ön safta, en ön sırada,
şahlanıp ölesi geliyordu insanın.
Topçu evvel mülâzımı Hasan'ın
yaşı yirmi birdi.
Kumral başını gökyüzüne çevirdi,
kalktı ayağa.
Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.
Şimdi bir hamlede o kadar büyük,
öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki
bütün ömrünü ve hâtırasını
ve yedi buçukluk bataryasını
ağlanacak kadar küçük buluyordu.
Yüzbaşı sordu :
- Saat kaç?
- Beş.
- Yarım saat sonra demek...
98956 tüfek
ve şoför Ahmet'in üç numrolu kamyonetinden
yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar,
bütün âletleriyle
ve vatan uğrunda,
yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle
Birinci ve İkinci ordular
baskına hazırdılar.
Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde,
beygirinin yanında duran
sarkık, siyah bıyıklı süvari
kısa çizmeleriyle atladı atına.
Nurettin Eşfak
baktı saatına :
- Beş otuz...
Ve başladı topçu ateşiyle
ve fecirle birlikte büyük taarruz...
Sonra.
Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.
Bunlar :
Karahisar güneyinde 50
ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.
Sonra.
Sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini ihâta ettik
Aslıhanlar civarında
30 Ağustosa kadar.
Sonra.
Sonra, 30 Ağustosta düşman kuvâyı külliyesi imha ve esir olundu.
Esirler arasında General Trikopis :
Alaturka sopa yemiş bir temiz
ve sırmaları kopuk frenk uşağı...
Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nurettin Eşfak'ın ayağı.
Nurettin dedi ki : «Teselyalı Çoban Mihail,»
Nurettin dedi ki : «Seni biz değil,
buraya gönderenler öldürdü seni...»
Sonra.
Sonra, 31 Ağustos günü
ordularımız İzmir'e doğru yürürken
serseri bir kurşunla vurulan
Deli Erzurumluydu.
Devrildi.
Kürek kemikleri altında toprağı duydu.
Baktı yukarı,
baktı karşıya.
Gözler hayretle yandılar :
önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları
her seferkinden kocamandılar.
Ve bu postallar daha bir hayli zaman
üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından
seyredip güneşli gökyüzünü
ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.
Sonra...
Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden
ve Deli Erzurumlu ölürken kederinden
yüzlerini toprağa döndüler...
Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı.
Kan içindeydi yüzü gözü.
Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.
Kaçanı kovalamıyordu yalnız
ulaşmak da istiyordu bir yerlere
ve sadece kahretmiyor
yaratıyordu da.
Ve kılıçların,
nalların,
ellerin
ve gözlerin pırıltısı
ardarda çakan aydınlık bir bütündü.
Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü
ve şu türküyü duydu :
«Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim...
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim...»>
Sonra.
Sonra, 9 Eylülde İzmir'e girdik
ve Kayserili bir nefer
yanan şehrin kızıltısı içinden gelip
öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya,
Güneyden Kuzeye,
Doğudan Batıya,
Türk halkıyla beraber
seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz'i.
Ve biz de burda bitirdik destanımızı.
Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap,
Türk halkı bağışlasın bizi,
onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
kitabımızda yalnız onların mâcereları vardır...
Nâzım HİKMET
939 İstanbul Tevkifanesi,
940 Çankırı Hapisanesi,
941 Bursa Hapisanesi.
28 Ağustos 2015 Cuma
Bartın Yolu Nereye Gider
Bartın Yolu'nda geçen günlerin fotolarını paylaşmanın zamanı geldi. Yolun İki tarafının ağaçlarla çevrelenmiş olmasının her mevsim görülmesi gereken manzaralarını kaçırmayın. Çünkü bu manzara sizi başka bir güzelliğe doğru götürür...Yolunuz Bartın'dan da geçip Amasra'ya doğru yol alırsanız, balık, deniz ve sohbetin, rakı ile ile demlenmiş büyük sözünü dinleyebilirsiniz. Tabi Karabük üzerinden gitmeniz gerek. Bu yolun yeşillikleri arasından geçebilmeniz için.
23 Ağustos 2015 Pazar
Daha Gidecek Yolumuz Var
daha
gidecek yolumuz
yazacak fikrimiz...
paylaşacak
günlerimiz var
dedi Agop...
vurdu şaraba...
sildi ağzını
gömleğinin koluyla...
şöyle baktı denize
doğru...
martıların sesinden
çıt yoktu...
oysa çokta olduydu
bu sessizlik…
balığa çıkan
teknelerin dönmesini beklerken ,
yazdıklarını
boşalttığı şarap
şişesine koyup...
ağzını doldurarak
küfür etti
her zamanki gibi...
denize bıraktı...
ulaşırdı belki de
karşı kıyıdaki
sevdiğine
mart 2015 Karabük
22 Ağustos 2015 Cumartesi
Turgut Uyar'ın Anısına .... Senfoni....
Önce sesin gelir aklıma
Çaresiz kaldıkça hep seni düşünürüm
Güzel olan, dolgun başaklardaki sarışın sevinçli
Sonra cumartesi günleri gelir
Sonra gökyüzü gelir hemen kurtulurum
Bir yağmur yağsa da, beraber ıslansak.
Kırk kere söyledim bir daha söylerim
Savaşta ve barışta, karada ve denizde,
Düşkünlükte ve esenlikte
Zamanımız apayrı bize göre
Yanyana olduk mu elele
Aç kalsak ağlamayız biliyorum.
İçim güvercinleri okşamış gibi rahat
Sen yanımdayken ister istemez
Geniş meydanlarda akşam üstleri
Üstüste üç kere deniz, üç kere çınarlar.
Sen yanımdayken ister istemez
Uzak ırmakları hatırlıyorum.
Arasıra düşmüyor değil aklıma
Yabancı kadınların sıcaklığı
Ama Allah bilir ya, ne saklıyayım
Yanında ihtiyarlamak istiyorum...
Turgut Uyar....
21 Ağustos 2015 Cuma
Kılıç Gibi
aldım geceyi
saklandığı yerden çıkarıp
aramıza
bir kılıç gibi
ellerimle koydum…
ne pratik bir zekam var
nede aptalım ama
gel gör ki
gece
yan yatmış
ve indi gündüze
güzelliğin
paylaşılan
zamanını aldı
benim
çaresiz şaşkınlığımdan
23/07/1989
20 Ağustos 2015 Perşembe
Roma 'da Sokak Sürprizleri
Roma'da ki tüm sokaklarda sürprizlerle karşılaşırsınız. Şehrin her tarafında tarih farklı akar kendinizi bırakırsanız. Aslında kıyafetleri, hareketsiz ama sizinle göz teması kuran duruşları ile oldukça etkilerler. Gülümser gibidirler, somurturlar ya da kendilerinden geçmiş bir haldedirler. Ama yaşamın içinde Roma'da sizinle ilgilidirler. Parlak kıyafetleri aykırı gibi dursa da oluşturdukları konsept ile Roma Sokaklarının sürpriz hareketsiz aktivitesidirler. Sanırım bir euro vermeden geçmezsiniz :)
18 Ağustos 2015 Salı
Sıcaktan Soğuğa Doğru
Sıcaktan bunalmış ve havaların serinlemesini istiyor olabilirsiniz. Sonbaharın serinliği, yağmurları derken kış geldiğinde de soğuktan ve koşullardan şikayet etmeye de meyilli olduğunuzu düşebiliriz. Bolu Gölcük... Siz bu olanağı her sene sağlamaya hazır olarak Kartalkaya tarafında sizi bekleyen bir yayladır.
Kitap Okuyalım ve Öneriler
Kitap okumak bizim kuşağın en temel ihtiyacıydı. Kitabevine gider uzun uzun kitapları inceler ve mutlaka bir kitap alıp çıkardık. Buluşma yerlerimiz kitap evleriydi. Doğum günlerimizde istediğimiz kitapları nazımız geçen arkadaşlarımıza aldırırdık. Hatta kitap değiş tokuşu yaparak okuyup, üzerinde konuşmak önemli bir gündemdi bir zamanlar. Haliyle kuşaklar arasında tercihler değişiyor. Ama bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olabilmek olanaksız. Bilginin elde edileceği yerde kitaplar doğal olarak. Ancak teknoloji artık bize e-kitap olanağı da sunmaya başladı. Aynı tadı aldığımı söyleyemem. Bununla beraber önünde durulamaz bir güç teknoloji. Doğru kullanmak faydalı tabi ki. Teknoloji doğru kullanabilmek için de yine de ne okuyacağız sorusu gündemde. Bu konuda her yaşta kitap okumak en güzel şey olduğuna inananlardanım. Gençleri de inandırdığımız ölçüde geleceğimize daha güvenli bakacağımızı düşünüyorum. O nedenle özellik lisede okuyan genç kuşak için çeşitli yazarların önerilerini size aktarmak istiyorum. Umarım bu kitapları edinir ve okursunuz sevgili gençler...Ve her daim genç kalanlar..Kitap okuyanlar..
Ahmet Ümit'in önerdikleri :
* Küçük Prens ..Antoine de Saint Exupery
* Memleketimden İnsan Manzaraları .. Nazım Hikmet
* Binbir Gece Masalları
* Alemdağ'da Var Bir Yılan .. Sait Faik Abasıyanık
* Bereketli Topraklar Üzerinde .. Orhan Kemal
* Damda Deli Var .. Aziz Nesin
* İnce Memed .. Yaşar Kemal
* Don Kişot .. Cervantes
* Suç ve Ceza .. Dosteyevski
* Günlerin Köpüğü .. Boris Vian
Semih Gümüş'ün önerdikleri :
* Malte Laurids Brigge'nin Notları .. Rainer Marie Rilke
* Dönüşüm .. Kafka
* Çavdar Tarlasındaki Çocuklar .. J.D.Salinger
* Fareler ve İnsanlar .. jonh Steinbeck
* Sineklerin Tanrısı .. William Golding
* Kırmızı Pazartesi .. G.G.Marquez
* Eve Dönmenin Yolları .. Alejandro Zambro
* Son Şiirler .. Nazım Hikmet
* Kuşlarda Gitti .. Yaşar Kemal
* O/Hakkari'de Bir Mevsim .. Ferid Edgü
Doğu Yücel'in önerdikleri :
* Sınırın Güneyinde, Güneşin Batısında .. Haruki Murakomi
* Otostopçunun Galaksi Rehberi .. Douglas Adams
* Yeraltından Notlar .. Dostoyevski
* Kozmos .. Carl Sagan
* Yürek Söken .. Boris Vian
* Kasabanın En Güzel Kızı .. Charles Bukowski
* Çavdar Tarlasındaki Çocuklar .. Solinger
* Yazma Sanatı .. Stephan King
* Fahrenheit 451 .. Ray Brad Bury
* Beni Asla Bırakma .. Kozmo İshiguro
14 Ağustos 2015 Cuma
Geçmişteki Bir Olaya Geçmişte Yazılmış Bir Mektup
Sevgili Irmak-,
Gecenin alışılmış ritmini bozan çığlık,
Ölüm sözcüğünün kurşuna dizilişidir “O” duvarın dibinde…
Çığlığın ürküttüğü umarsız suskunluk,
Öğrenecem mi seslerin tınısını?
Helal Olsun ! Canım kardeşim.
Kanadına bindir bizi
Ağırlığımıza rağmen, yeşerttiğin çiçeklerle…
Üstün’ün bütün
karşı çıkışlarına rağmen, bu şiiri ürettik size (sana). Ankara’dayız ve yaşam tekerleksiz bir kütlenin düz olmayan
bir zeminde sürüklenişi gibi örseleyici.
Ulan
hıyar sana mektup yazmakta ne kadar zorlanıyoruz. Esat duygularımızı tam
yansıtamadığımızdan bahsediyor. Bense her birimizin sana ilişkin duygularını
ayrı ayrı yazması düşüncesindeyim. Akif ise bu mektubu yazma konusundaki
tartışmalarımızı sana yazmamızı öneriyor. Caner her zaman ki düşünüyor.(düşünme
molası)Her gün yanı başımızdan umarsızca geçip giden coşkusuz rüzgarın (çok seviyorum şu coşku lafını) geri dönüp
olanca gücüyle yüzümüze çarpmasıydı senin haberin.
Sendeledik
(Caner uzun suskunluk döneminden sonra cikletlerin içinden çıkan şiirleri
aratmayacak şeyler söylemeye başladı). Esat karşımda bütün haşmetiyle oturuyor.
Düşündüğümüzü düşünerek düşündük ki düşünmemiz gerek.(Ne anlama geliyorsa) Akif
“ Herkes bir Atasözü yazsın “ dedi. Benim netliğim karşısında bu adamların
belirsizliğini bilmem anlayabildin mi?(bana ithaf) Bu lafın ardından protesto
gösterileri ile karşılandım. Bunları aşağıda bulacaksın. Akif’ten “bir kadın
seni boynuna taktığın fular(fular kavramı üzerine bir tartışma açıldı. Akif ona
yemeni bozuntusu diyor. Esat’a göre ise Üstün’ün aksesuarı. Bu arada Esat bir
gerçeğe parmak bastılar. “mektup konusu da fular pardon Üstün olmaya başladı”
dedi. Tekrar (söze dönüldü) dan çekip netliğin yüce ağacına bağladı. Sen orada
otlanıyorsun. Caner’den “ öyle bir netlik ki bukalemun netliği, rengi bile
belli değil fuları gibi.” Esat’tan “yağmurlu bir havada yerin kuruluğunu iddia
eden bir netlik” Bu söylediklerini hiç üzerime alınmadım. Aslında bu adamların
temel sorununu ben biliyorum. Bu da yoğun bir cinsel açlık. Kadınların
lokavtına yenik düştüler. Irmak Kardeş, şu anda hem saçmalıyoruz, hem de bu
saçmalıklarımıza kahkahalarla gülüyoruz. Ciddileşme kararı aldık. Ulan Kıl vay
anasını lan ! yukarıda aldığımız ciddileşme kararı terörist bir eylemle
bozuldu. Büyük bir coşkuyla mektuba başladık ama kolektif bir şeyler üretme
alışkanlığımız olmaması sonucu ortaya özgün bir saçmalık çıkarttık. Aslında
sana ciddi ciddi şeylerden bahsetmek
istiyorduk fakat kendi içimizdeki karamsarlığın
ve coşkusuzluğun bir kez daha çarpıcı biçimde ayrımına vararak işi
gırgıra döktük. Anlıyor musun ?
Sizlerin
eyleminizi yürekten destekliyoruz ve bu şiiri size atfediyoruz.
Selam
olsun sizlere….
AKİF ESAT CANER ÜSTÜN
NOT : Yukarıdaki şiirin dizeleri
hepimize aittir, hangi dizelerin kimin tarafından yazıldığını bulunuz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
-
E setler İle Aziz Yohannes’in Ürgüp’te Kesişen Hikayesi Esetler ve Aziz Yohannes’in hikayesi yaklaşık 300 sene önce Türk - R...
-
Bir aydır yazıyorum. Şiirlerimi, denemelerimi, gördüğüm yerleri ve anı kırıntılarını. Yazmak güzel bir şey. Paylaşmak da heyecanlı. G...