7 Ekim 2015 Çarşamba

Hayat ...


Hayat 
bazen mi 
her zaman mı 
ya da zaman zaman mı 
hüzünlenir 
mutlu olur.... 

Elin havada kaldığında 
ya da omuz omuza 
yürüdüğünde midir??? 

Yağmura karışan 
göz yaşların mı 
heyecana kapılan 
gülen yüzün müdür 
hayat... 

Küçük bir fidan mıdır 
koca bir çınar ağacı mıdır 
ya da beraber 
bir orman olabilmek midir... 

En iyisi 
ben yine sesleneyim... 
Sessizce dursa da ... 
Hayat işte ....

6 Ekim 2015 Salı

Yazmak Güzel

Ya okumak
Güzel mi
Gezmek güzel
Ya dönmek güzel mi

Soruların arasında
Gizlenen
Özlem ve hüzün
Diner mi


Gece Örter Dedim Di...!!

Selam 
Belki de gece örter dedim di
Olmadı
Işıl ışıl gözlerimin içine girdi
Acaba ne yapmalı dediğin anlar
Ve yüreğinde sıkıntı
Yağmurlara koşmak gelir
Islanmak
Islanmak
Ve belki de
Yürümek geceye en iyisi
Agop nerdesin be ya
Hep bir fikrin
Bir içkin olurdu
Sofrada çözer
Sofrada ağlardık
Ve sofrada bırakırdık
Geceyi
Gün umutla doğar
Islanan ruhumuz
Hapşırırdık ama
Güzel olurdu
Ya işte Agop
Sofradayım yani


5 Ekim 2015 Pazartesi

Bilmezdim


Asla bilemezdim
mavi Pinokyo bisikletimin
bana yıllar sonra ders vereceği
zaman zaman aklıma geldiğinde
içimin acıyan
hüznünü
yaşayacağımı
bilemezdim...

eh baba, 

yıllar yıllar sonra
bana yine bir ders verdin
minnettarım sana...

oysa senin gözlerine baktığım

sohbet ettiğimden bu yana
ne çok mevsim geçti
ne çok yağmur yağdı
ve göz yaşlarıma karıştı.

ama işte tarih bana güzel bir oyun oynadı

bir kez daha anladım ki
sen o zaman haklıymışsın...

ve bir kez daha anladım ki

ben seni o zaman ne kadar üzmüşüm...

o mavi pinokyo bisikletimle
gezdiğim sokakların
yıllar sonra üzerime geleceğini
ve keyifle geçen o günlerin gizeminde
senin endişelerinin
ve haklılığının buruk bir hüzün olarak yüreğime düşeceğini
bilemezdim baba....

şimdi kendi payıma büyüdüm sanırım artık
yine kucakladım seni sımsıkı

Kendime Öğütler...


Büyürsün
Duvarları yıkarak
Uzaklaşırsın kendinden 
herkesten 
besbelli...

Çıkardığın ses
oluşan kaos
Ve kırgınlıkların
Geride kaldığında 
elbette güler geçersin herkesle beraber...

Elbet yine
Sımsıkı sarılıp
o gün yine seslenirsin
Her zamanki gibi…

Hayat önünde
Kapıları açacaksın
Yolları geçeceksin
Ve elbet ulaşacaksın
Umut ettiğin o ülkeye…

Sevdadandır
Hayal ettiğin etkinliktir 
Bilemem nedendir…
Tahmin ederim
Bende hissettim bu duyguları
Ve bende,
Sende,
bir diğeri de yaşadı,
yaşayacak elbette
hayat bu...

Yakınında herkese en uzak gibi duruşunu
Seslerindeki hüznü 
Şaşkınlığını ve kızgınlığını
yalnızlığını ve özlemlerini
Anlayabilecek yaştayım

Ve haliyle çıkılan yol
Gidilecek  yol olması için tüm çabamız
Ve bu anlamda 
elbette
Yine orada olacağım
Göz yaşlarımız yağmur gibi olsa da
Hayat bu dedim ya ...
bir sınavdır
başa çıkılması gereken...

Yaşanır her şey
Olur biter
Haykırır kendini duygular
Saklayamazsın
Anlatamazsın
Ve anlayamazsın da bazen 
anlaşılamazsın da
oluşur bir koas ellerimizde
başa da çıkamazsın...

Bilirsin söylemezsin
Uzatırsın ellerini havada kalır
Gidersin ulaşamazsın
Ama bilirsin ki
Gelecek aslında kendin ve yapabildiklerin  
Hayat aslında yüreğindedir

Yapman gerekenler yola çıkmakla değil
Yoldan çıkmamakla gerçekleştirebileceğin şeylerdir.

Ve bir zaman sonra elbet bende olmayacağım
O zaman işte
Sen sarılacaksın artık geleceği taşıyan
O minik ellere…

Ve elbet artık sen orada olup
Sımsıkı sarılacaksın…





29 Eylül 2015 Salı

Kapılar, Yol Ayrımları ve Kendiniz


Hayat belkide sizi alıp, götürdüğü yerde bırakmaya niyetli gibi davrandığında verdiğiniz kararı içerir. Ama bu verilen karar doğru mudur?. Yanlış mıdır ? Bunu ancak yaşadıkça hissedersiniz ya da farkına bile varmadan tüketirsiniz zamanı. Oysa yol ayrımı öylece durur ve umarsızlığı simgeler gibidir. 


Karar verseniz bile ki çoğu zaman bir kapının ardındakileri yaşayabilmek için sahip olduğunuz yegane şey aslında kendiniz değil misiniz ... Ve tabi ki sevdikleriniz, çevreniz ve dahi her şey. Ama o kapılar aşılmalıdır.... Her kapının farklı bir şekilde üretilmiş olmasıdır aslında seçimlerimizin sonuçları. Ve o seçimlerimiz ile çıktığımız yol önemlidir. Taptuk Emre şöyle der Yunus'a ; " Ey Yunus , önemli olan yola çıkmak değil, yoldan çıkmamaktır..."  Bu anlamda bakıldığında siz siz olun yola çıkarken üç şeyi asla unutmayın yanınıza almayı. Akıl, sabır ve gideceğiniz yoldaki geçeceğiniz kapılar hakkında bilgi sahibi olmaya çalışmak. 



Kapılar sizi şaşırtmasın. Karşınıza dev gibi çıkıp, küçücük bir bölümünden hayata adım atabilirsiniz. Kapılar sizi korkutmasın, her  kapının arkasıdır aslında ürettiklerinizin yaşamaya başladığı yerler. 


Bölümler arasındaki duraksamalar gibi dinlenerek geçeriz kapıyı. Ama bu dinlenmeyi yorgunluk gibi hissederiz ve söyleniriz. Oysa sabırdır silahımız, akıldır anahtarımız. Yola çıkmaktır hedefimiz ve yoldan çıkmamaktır meziyetimiz. 


Bu yolda ne gam ne kasvet ... Her dem mutlu , her dem aşk... 


19 Eylül 2015 Cumartesi

Bilinmez

Bir bardak çay içtiğim
Gölgesinde dinlendiğim
Manzarasında sarhoş olduğum
Hayat
Merhaba dediğimden bu yana
Epeyce yol aldık seninle
Ve kimbilir daha da ne kadar gideceğiz
Ve elbet taşın üzerinde
Yiteceğiz

Onu bunu bilmem de
Ne sevdik
Nasıl sevdik
Neden sevdik
Diye diye
Sevdalara soyunduk ya
Hani Agop'la oturup
Doldurduyduk
Anılara şarap kadehlerinde

İşte hep bu karmaşaya
Düşe kalka yaşamaya
Ve umutla geleceğe bakmaya
Değilmiydi öfkemiz

Eh hadi bakalım
Şimdi yine yürüyor
Bedenlerimiz
Sevdaya
Kavgaya
Ve aşka

Yine doluyor bedenlerimiz
Manzarasında sarhoş olduğumuz hayatlara


13 Eylül 2015 Pazar

Hayat ve Yaşamak

Çoktandır düşündüğüm
ama karar veremediğim bir sorudur? 
Yaşamak için 
detayların bizi yönlendirmesinden sıyrılıp, 
hayata selam verebilmek 
özgürlüğü var mıdır?!! 
Aslında müthiş bir iştir yaşamak. 
Nazım'ın dediği gibi 
" ciddiye almak" gerekli. 
Ama bu nasıl olacak kısmında 
debeleniyoruz sanki. 
Ne biçim bir durumdur ki bu, 
asla bizi bırakmadan, 
gölgemiz gibi ardımızda. 
Bazen kayboluyor. 
Bazen yön ve yer değiştiriyor 
güneşe göre. 
Tüm bu karmaşa içinde 
yaşadığımız işte hayatımız... 
Yalnızlaştıkça özgürleştiğimiz, 
paylaştıkça mutlu olduğumuz 
veya acı çektiğimiz. 
Ya da yolun ardına bakmadan 
kaçıp gittiğimiz. 
Geleceğe umutla bakabilmek 
ve adım atma cesaretini, 
heyecanını hissettiğimiz de 
hayatımızdır kimi zaman.... 
Ve bu duygular, 
koşullar belirler gider...  
Ve bugün pazar... 
Mutlu bir güne uyanmak üzere 
umutlarımızla uyuduk dün akşam... 
Gün uyandı... 
Bol şans... 
İçin bir çay... 
Benden olsun...

9 Eylül 2015 Çarşamba

Baba Oğul Kahve Keyfi

Ve artık liseye geldik. Aradan geçen 36 sene lise anılarımın hafızamda az yer tutmasına yol açsa da ; liseli olmak güzeldi. Hadi bakalım, hadi bakalım...Okula da git bakalım...Sabah erken, her kes uyurken; derslere gir bakalım....

30 Ağustos 2015 Pazar

Kahvenin Tadında Zafer Bayramı


 Belkahve'de içilen o kahve tadında,
 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlu olsun...

Kurtuluş Savaşı Destanı

SEKİZİNCİ BAP

26 AĞUSTOS GECESİNDE SAATLAR
İKİ OTUZDAN BEŞ OTUZA KADAR
ve
İZMİR RIHTIMINDAN AKDENİZ'E
BAKAN NEFER


Saat 2.30.
Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,
ne ağaç, ne kuş sesi,
                  ne toprak kokusu vardır.
Gündüz güneşin,
                     gece yıldızların altında kayalardır.
Ve şimdi gece olduğu için
ve dünya karanlıkta daha bizim,
                        daha yakın,
                                daha küçük kaldığı için
ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten
                 evimize, aşkımıza ve kendimize dair
                                       sesler geldiği için
kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi
okşayarak gülümseyen bıyığını
                seyrediyordu Kocatepe'den
                        dünyanın en yıldızlı karanlığını.
Düşman üç saatlik yerdedir
ve Hıdırlık-tepesi olmasa
        Afyonkarahisar şehrinin ışıkları gözükecek.
Küzeydoğuda Güzelim-dağları
ve dağlarda tek
                        tek
                            ateşler yanıyor.
Ovada Akarçay bir pırıltı halinde
ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde
                   şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var :
Akarçay belki bir akar su,
                        belki bir ırmak,
                               belki küçücük bir nehirdir.
Akarçay Dereboğazı'nda değirmenleri çevirip
                            ve kılçıksız yılan balıklarıyla
                                    Yedişehitler kayasının gölgesine girip
                                                                                   çıkar.
Ve kocaman çiçekleri eflâtun
                                       kırmızı
                                               beyaz
ve sapları bir, bir buçuk adam boyundaki
                              haşhaşların arasından akar.
Ve Afyon önünde
                       Altıgözler Köprüsü'nün altından
                                         gündoğuya dönerek
ve Konya tren hattına rastlayıp yolda
Büyükçobanlar Köyü'nü solda
                        ve Kızılkilise'yi sağda bırakıp
                                                           gider.
Düşündü birdenbire kayalardaki adam
kaynakları ve yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri.
Kim bilir onlar ne kadar büyük,
                      ne kadar uzundular?
Birçoğunun adını bilmiyordu,
yalnız, Yunan'dan önce ve Seferberlik'ten evvel
Selimşahlar Çiftliği'nde ırgatlık ederken Manisa'da
                  geçerdi Gediz'in sularını başı dönerek.
Dağlarda tek
                    tek
                         ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
        güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saatı sordu.
Paşalar : «Üç,» dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlıyacaktı.
Saat 3.30.
Halimur - Ayvalı hattı üzerinde
                                 manga mevziindedir.
İzmirli Ali Onbaşı
(kendisi tornacıdır)
karanlıkta gözyordamıyla
         sanki onları bir daha görmiyecekmiş gibi
              baktı manga efradına birer birer :
Sağda birinci nefer
                         sarışındı.
İkinci esmer.
Üçüncü kekemeydi
fakat bölükte
             yoktu onun üstüne şarkı söyliyen.
Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.
Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı
                           tezkere alıp Urfa'ya girdiği akşam.
Altıncı,
inanılmıyacak kadar büyük ayaklı bir adam,
memlekette toprağını ve tek öküzünü
ihtıyar bir muhacir karısına bıraktığı için
kardeşleri onu mahkemeye verdiler
ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için
                                       ona «Deli Erzurumlu» derdiler.
Yedinci, Mehmet oğlu Osman'dı.
Çanakkale'de, İnönü'nde, Sakarya'da yaralandı
ve gözünü kırpmadan
                        daha bir hayli yara alabilir,
yine de dimdik ayakta kalabilir.
Sekizinci,
              İbrahim,
                           korkmıyacaktı bu kadar
bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp
                                 birbirine böyle vurmasalar.
Ve İzmirli Ali Onbaşı biliyordu ki :
tavşan korktuğu için kaçmaz
                       kaçtığı için korkar.
Saat 4.
Ağzıkara - Söğütlüdere mıntıkası.
On ikinci Piyade Fırkası.
Gözler karanlıkta, uzakta.
Eller yakında, makanizmalar üzerinde.
Herkes yerli yerinde.
Tabur imamı
mevzideki biricik silâhsız adam :
                                   ölülerin adamı,
kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru,
durdu boyun büküp
                            el kavuşturup
                                                sabah namazına.
İçi rahattır.
Cennet, ebedî bir istirahattır.
Ve yenilseler de, yenseler de âdâyı,
meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir
                        Cenâbı rabbülâlemîne şühedâyı.
Saat 4.45.
Sandıklı civarı.
Köyler.
Sarkık, siyah bıyıklı süvari,
çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu.
Çukurova beygiri
                      kuyruğunu karanlığa vuruyordu :
                                      dizkapaklarında kan,
                                      kantarmasında köpük...
İkinci Süvari Fırkası'ndan Dördüncü Bölük,
atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor.
Geride, köylerde bir horoz öttü.
Ve sarkık, siyah bıyıklı süvari
                     ellerinin tersiyle yüzünü örttü.
Karşı dağlar ardında, düşman elinde kalan
                           bir başka horoz vardır :
baltaibik, sütbeyaz bir Denizli horozu.
Düşmanlar herhal onu çoktan kesip
                                   çorbasını yapmışlardır...
Saat beşe on var.
Kırk dakka sonra şafak
                                 sökecek.
«Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak».
Tınaztepe'ye karşı Kömürtepe güneyinde,
On beşinci Piyade Fırkası'ndan iki ihtiyat zabiti
ve onların genci, uzunu,
Darülmuallimin mezunu
                                  Nurettin Eşfak,
mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak
                                                    konuşuyor :
        -Bizim İstiklâl Marşı'nda aksıyan bir taraf var,
        bilmem ki, nasıl anlatsam,
        Âkif, inanmış adam,
        fakat onun, ben,
                 inandıklarının hepsine inanmıyorum.
        Meselâ, bakın :
        «Gelecektir sana vaadettiği günler Hakkın.»
        Hayır,
        gelecek günler için
                            gökten âyet inmedi bize.
        Onu biz, kendimiz
                           vaadettik kendimize.
        Bir şarkı istiyorum
                             zaferden sonrasına dair.
        «Kim bilir belki yarın...»
Saat beşe beş var.
Dağlar aydınlanıyor.
Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.
Gün ağardı ağaracak.
Kokusu tütmeğe başladı :
                      Anadolu toprağı uyanıyor.
Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp
ve pırıltılar görüp
ve çok uzak
çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak
bir müthiş ve mukaddes mâcereda,
ön safta, en ön sırada,
şahlanıp ölesi geliyordu insanın.
Topçu evvel mülâzımı Hasan'ın
                                           yaşı yirmi birdi.
Kumral başını gökyüzüne çevirdi,
                                            kalktı ayağa.
Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.
Şimdi bir hamlede o kadar büyük,
                               öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki
bütün ömrünü ve hâtırasını
                      ve yedi buçukluk bataryasını
                                       ağlanacak kadar küçük buluyordu.
Yüzbaşı sordu :
- Saat kaç?
- Beş.
- Yarım saat sonra demek...
98956 tüfek
ve şoför Ahmet'in üç numrolu kamyonetinden
yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar,
bütün âletleriyle
ve vatan uğrunda,
yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle
Birinci ve İkinci ordular
                            baskına hazırdılar.
Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde,
                                beygirinin yanında duran
                                sarkık, siyah bıyıklı süvari
                                kısa çizmeleriyle atladı atına.
Nurettin Eşfak
                baktı saatına :
- Beş otuz...
Ve başladı topçu ateşiyle
                 ve fecirle birlikte büyük taarruz...
Sonra.
Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.
Bunlar :
           Karahisar güneyinde 50
                              ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.
Sonra.
Sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini ihâta ettik
                                                    Aslıhanlar civarında
                                                             30 Ağustosa kadar.
Sonra.
Sonra, 30 Ağustosta düşman kuvâyı külliyesi imha ve esir olundu.
Esirler arasında General Trikopis :
Alaturka sopa yemiş bir temiz
ve sırmaları kopuk frenk uşağı...
Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nurettin Eşfak'ın ayağı.
Nurettin dedi ki : «Teselyalı Çoban Mihail,»
Nurettin dedi ki : «Seni biz değil,
                            buraya gönderenler öldürdü seni...»
Sonra.
Sonra, 31 Ağustos günü
                    ordularımız İzmir'e doğru yürürken
serseri bir kurşunla vurulan
                          Deli Erzurumluydu.
Devrildi.
Kürek kemikleri altında toprağı duydu.
Baktı yukarı,
baktı karşıya.
Gözler hayretle yandılar :
önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları
                            her seferkinden kocamandılar.
Ve bu postallar daha bir hayli zaman
üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından
seyredip güneşli gökyüzünü
ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.
Sonra...
Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden
ve Deli Erzurumlu ölürken kederinden
                       yüzlerini toprağa döndüler...
Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı.
Kan içindeydi yüzü gözü.
Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.
Kaçanı kovalamıyordu yalnız
                      ulaşmak da istiyordu bir yerlere
ve sadece kahretmiyor
                      yaratıyordu da.
Ve kılıçların,
                  nalların,
                             ellerin
                                      ve gözlerin pırıltısı
                ardarda çakan aydınlık bir bütündü.
Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü
ve şu türküyü duydu :
        «Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
          Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
                                      bu memleket bizim.
          Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
          ve ipek bir halıya benziyen toprak,
                                      bu cehennem, bu cennet bizim.
          Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
          yok edin insanın insana kulluğunu,
                                      bu dâvet bizim...
          Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
          ve bir orman gibi kardeşçesine,
          bu hasret bizim...»>
Sonra.
Sonra, 9 Eylülde İzmir'e girdik
ve Kayserili bir nefer
yanan şehrin kızıltısı içinden gelip
öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya,
Güneyden Kuzeye,
Doğudan Batıya,
Türk halkıyla beraber
seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz'i.
Ve biz de burda bitirdik destanımızı.
Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap,
Türk halkı bağışlasın bizi,
onlar ki toprakta karınca,
                                    suda balık,
                                                    havada kuş kadar
                                                                  çokturlar;
korkak,
            cesur,
                     câhil,
                             hakîm
                                      ve çocukturlar
ve kahreden
                 yaratan ki onlardır,
kitabımızda yalnız onların mâcereları vardır...



Nâzım HİKMET


                                                    939 İstanbul Tevkifanesi,
                                                    940 Çankırı Hapisanesi,
                                                    941 Bursa Hapisanesi.